7 Şubat 2016 Pazar

PRAG TEMMUZ 2013

                  PRAG (TEMMUZ 2013)

 
Prag'da köprülerin üzerinden gün batımı eşsiz görünür.
 Aylar öncesinden karar verdiğimiz gezimizin ilk durağı olan Prag’a İstanbul’dan yaklaşık 2,5 saatlik bir uçuşla vardık. Bizi turumuzun rehberi Emrah karşıladı. Prag’sa serin bir havada bize ‘’hoş geldin’’ dedi.
  Şehir turu sırasında ilk olarak gotik tarzda yapılmış Vitus Katedrali’ni gezdik. St. Vitus Katedrali Prag’daki en önemli ve en büyük kiliselerden biridir. Kireç taşından yapıldığı için sürekli kararır ve bu nedenle sık sık temizlenmek zorundadır. Biz de Vitus Katedrali’nin bir kısmının dış cephesinin temizlendiğine tanık olduk. Prag Kalesi içerisinde bulunan katedral, eski Prag Krallarının mezar yeri olarak da kullanılmaktadır.
   Old Town Meydanı’ndaki ünlü astronomik saatin her saat başında birkaç saniye çalıp üzerindeki kuklaların hareketlerinden çok onları izlemeye gelen kalabalığı seyretmek daha ilginçti. Old Town Meydanı Astronomik saati gotik tarzda yapılmış Tyn Church, St Nicholas Church kiliseleri görülmeye değer.Prag Orta Avrupa’da gotik mimaride ilk sırada yer alıyor. Gotik mimari dış süslemeleri belirgin uzun sivri oymalı tarz Rönesansla ortaya çıkmış daha çok dinsel temalarda kullanılmıştır.
Astronomik Saat önünde biz.
  Charles Bridge, Prag’da gezilecek yerler listemizde 3. sırada. 14. ve 15. yüzyıllarda inşa edilen şehirdeki en eski köprüde sağlı sollu heykelleri, ferforje lambaları, Arnavut kaldırımlı yolu ile Vltava Nehri üzerinde bir gerdanlık gibi duruyor. En güzeli köprünün ortasında durup nehir etrafına dizilmiş tarihiyle Prag’ı izlemekti. Prag’ın ortasından akan Vltava üzerinde yedi tane tarihi köprü var ve akşam güneşinde şehre hakim tepeden panoramik seyrettiğinizde şehir muhteşem görünüyor.
  Akşam Vltava Nehir turu yaptık. Gün ışığında gördüğümüz güzellikleri bir de akşam ışıklandırmalarıyla seyrettik. Her biri ayrı görülmeye değer.Charles köprüsü,Chedov köprüsü vs köprülerin altından geçerken muhteşem ışıklandırmalarıyla Prag akşamını izlerken yemek yedik ve içkilerimiz içtik.
1 Temmuz günü ekstra tur ile Karlovy Vary’ye girmek için erken kalktık. Ve Karlovy Vary... Bu şehir de adını Charles’tan yani Karl’dan alıyor; Karl’ın Banyosu. Nedenine gelince burası bir kaplıca şehri. Karl’ın bölgeyi görüp çok beğendikten sonra bir saray yaptırmasını takiben krala yakın diğer aristokrat ve üst düzey insanların da bölgeye yerleşmesi ve kaplıcaların dertlere şifa olması ile birlikte bölgenin popülaritesi artıyor. Sonra burası sağlık merkezi haline gelmiş. Atatürk de 30 Haziran 1918’de buraya gelmiş ve kaplıcalarda tedavi görmüş. Kaldığı otelde’’T.C. kurucusu burada kaldı’’ yazıyor.
Karlovy Vary
  Karlovy Vary ilk bakışta sıradan bir şehir görüntüsünde. Ne zaman ki tepelerden eski merkeze doğru inmeye başlıyorsunuz, o zaman neden ısrarla “Karlovy Vary’yi mutlaka görmelisin” denildiğini anlıyorsunuz. Zamanı ve mekanı unutarak bir sağa bir sola dönerek kendinizi akışa bırakıyorsunuz.
Ortasından Elba nehrinin Obre kolu geçen, vadi görüntülü eski dönem kasabalarını düşünün. Nehrin iki yakası sık sık hafif bombeli köprüler ile birbirine bağlanmış. Köprüler 10-15 adımda diğer yakayı bir diğerine bağlıyor. Her iki yakada karşılıklı,  3-4 katlı, rengarenk 15.yüzyıldan kalma Victoria Evleri olarak adlandırılan binalar. Hepsi birbirinden güzel. Binalar kağıttan-kartondan yapılmış, setlerdeki dekor evlere benziyor aslında. İnsanın hayal gücü kendi kendine işlemeye başlıyor. Bu evlerin bir kısmı vaktiyle önemli kişilerin (Mozart, Rus Çarı Petro, Djorak gibi...) evleri olmuş, ancak bazıları da şu an otel, mağaza, cafe, restoran olarak görev görüyor. 19.yy’da atlattıkları büyük bir yangın sonrasında kür banyosu vergisi ile şehri restore etmişler.
  Karlovy Vary’nin kaplıcasından başka Jean Becherovka adlı bir vatandaşın ürettiği Becherovka denilen bir içkisi meşhur. Hesapta, kaplıca sularının tuzlu, tuhaf tadını unutturmak için yapmış bu içkiyi; tarçınlı bir likörmüş bu. Ancak bu, beyaz şarap renginde sert, alkollü bir içki.  Rehberden öğrendiğimize göre yerel halk mutlaka evinde ağrıya sızıya karşı bu içkiden bulundururmuş.
  Bohemia kristali, porseleni ve granad adlı taşı da ünlü. Kaplıca sularını içtikleri yassı bir porselen ibrikleri var. Soğuk havalarda elleri de ısınsın diye bu tip bir ibrik imal etmişler vaktiyle. Turistler de şehirdeki herhangi 12 kaplıca çeşmesinden bu porselen ibrikler ile sıcak ve tuzlu sudan içiyor ve geleneğe icabet ediyorlar. Biz de porselen ibriklerden alıp kaplıca sularından içtik. Eski Karlovy Vary'nin içine doğru ilerledik ve Vridelni Kolonada adlı bir cam yapı içerisinde kaplıca suyunun kendi gücü ile metrelerce yukarı fışkırdığını gördük.
Old Town Meydanı'nda her an müzisyenlerle
 karşılaşabilirsiniz.
 Bir de kağıt inceliğinde kağıt helvaları da meşhur. Ondan da yedik; bizimkinden tek farkı kalınlığı; daha doğru ifade ile inceliği... Nehir kenarında oturup limonatalarımız yudumlarken şehrin ruhunu hissetmeye çalıştık. Gün sonunda buradan ayrılmak zor oldu. Herkes burayı çok sevdi...
  Akşam ekstra ortaçağ gecesine katıldık. Tarihi bir binanın birkaç kat altına indik. Ortam çağa uygun dekore edilmiş.Tahta masalar,duvarlardan sarkan lambalar çapullar ipler, garsonların kıyafetleri masalardaki kaplar,müzikler ve müzisyenler,danslar ve bizim ortaçağ kıvamında sohbetlerimiz neşemize neşe kattı…
  2 Temmuz günü ekstraya katılmadık. Yaklaşık yirmi kişi Nazi kamplarının bulunduğu Terezin şehrine otobüsle gittik. Ürkütücü sessizlikte terkedilmiş bir şehir izlenimi veren Terezi’nin ruhuna işlemiş sanki bu soykırım. Nazi kamplarında mezarlar, Yahudilerin yaşadıkları odalarda ranzalar masalar tuvaletler, gaz odaları ve kurumak üzere asılmış Yahudilerin çamaşırları…Bizleri o dönemlere götürmesi bile çok üzücüydü…
  Saat 13 gibi Prag’a döndük. Mukaddes’le ikimiz gruptan ayrılıp Prag’ı gezmeye karar verdik. Arkadaşlar Kemikli Kiliseyi gezmek için Kutna Hora’ya gittiler.
 Tren’den inince kırmız hat metroya bindik ve Muzeum’da inerek şehrin içinden Old Town Meydanı’da yaklaşık onbeş dakika yürüdük.


Meydan’da güzel bir restorantta yemek yedik bir o kadar da meydan parası ödedik fakat ambiyans güzeldi tavsiye ederim. Karşımızda astronomik saat ve etrafına toplanan turistleri izlemek ,gotik kiliseler, meydan çalgıcıları yemeğin lezzetini artırdı…
  Astronomik Saatin kulesine 100 CZK ödeyerek çıktık.(100 CZK=4 EURO) Kuleden Old Town Meydanı’nın panoramik fotoğrafını çekerken Prag’ın ilginç çatılarını da izlemeye doyamadık.
  Elimizdeki haritayı takip ederek tarihi dar sokaklardan Charles Köprüsü’ne yürüdük. Vltava nehri boyunca yürüdük ve fotoğraf çektik, Nazım Hikmet’in nehrin kıyısında oturup içkisini içtiği ve şiirlerini yazıp sevgilisini beklediği cafede oturup biz de bir şeyler içip o anları yaşamaya çalıştık.
Astronomik Saatten Old Town Meydanı'nın görüntüsü
  Eyfel’in küçük bir kopyası olan Petrinisca Rozhledna Kulesi’ne çıkmak için nehrin üzerinden karşıya geçip elevator trenle  yukarı çıktık. Petrinit kulesine 150 CZK vererek asansörle çıktık. Yürüyerek çıkılabiliyor fakat biz çok yorulmuştuk asansörü tercih ettik. Kulenin tepesinden Prag avucumuzun içindeymiş gibi görünüyordu. Elimizdeki haritayı yukarıdan izliyorduk sanki. İşte Charles Köprüsü  Vltava’nın üzerinde bir inci gibi duruyor, Chehov Köprüsü ve diğerleri şehrin iki yakasını bağlıyor, solda Vitus Katedrali ileride biraz önce oturduğumuz cafe ve uzakta Astronomik saat işte bir uçtan bir uca Prag…
 Petrinit Kulesi’nden şehre ıhlamur kokulu ormanların içinden yürüyerek patika yollardan indik. Şehrin her yerini ıhlamur ağaçları ve ıhlamur kokuları sarmış. Bu şehrin ağacı ıhlamur sanırım. Aşağıya indiğimizde öncelikle yönümüzü bulmak için ırmağı bulmamız gerekti. Irmak kenarına ulaştığımızda güneş biraz eğilmiş ve köprüleri ve tarihi binaları soft bir ışıkla aydınlatıyordu.
 Chedov Köprüne kadar yürüyüp akşam güneşinde şehri köprüleriyle karşı cepheden çekmek için tepeye tırmandık o sıcakta o dik yokuşta ter alnımızdan aktı. Akşam ışığında Vltava üzerindeki köprü silsilesi fotoğraf karelerimizde yerlerini aldılar.Prag’daki son güneşimizi güzel bir manzarayla batırırken Hanovsky Pavilon Restoran’ta akşam yemeğimizi yedik. Son bozuk korintlerimizi metroya binmek için ayırdık ve paramızı birleştirip son kuruşuna kadar harcadık.
  Metro hatlarını  ve otobüsü kullanarak gece onbirde otele vardık. Önce en alttaki yeşil hatta binmek için çok dik bir yürüyen merdivenden en az 150 basamak indik, inerken aşağıya bakmak güçtü doğrusu. Yeşil hat aynı zamanda Vltava nehrinin de altından geçiyor. Merkez Museum’da inip kırmızı metro hattına bindik ve oradan 115 nolu otobüsle otele vardığımızda ayak tabanlarımız ağrıyordu.
  Şehir üç farklı metro ağıyla örülü. En altta yeşil hat üstünde kırmız hat ve en üstte sarı hat. Bunlar şehrin belli noktalarında üst üste çakışıyor.Metrolar sayesinde şehri bir uçtan bir uca 20 dakikada giderken Samsun’daki raylı sistemin aslında ne kadar ilkel kaldığını düşündüm.
 Prag’dan ertesi sabah ayrılırken tarihi dokusunu ne kadar da güzel korumuş bir şehir olduğunu hayıflanarak kendi değerlerimize önem vermediğimizi -gezdiğimiz her Orta Avrupa ülkesinde olduğu gibi-düşünerek ve biraz da buruk ayrıldım.
                                                                                                            ESRA TÜRKDÖNMEZ
                                                         

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder