22 Ocak 2018 Pazartesi

DOĞU EKSPRESİ İLE RÜYA GEZİ (KARS’A YOLCULUK)




                         DOĞU EKSPRESİ İLE RÜYA GEZİ (KARS’A YOLCULUK)
        İki yıldan daha uzun süre oldu gezi yazıları yazmıyorum. Sıkıntılı bir süreçti artık oturdum masaya ve yazmaya başladım, heyecanlıyım.
       Uzun zamandır planladığımız ve zor da olsa biletlerimizi alabildiğimiz Doğu ekspresi ile Kars gezimize başladık. Öncelikle Sivas’a gidip Ankara’dan gelen treni yakalayacaktık. Tren Ankara’ya 04.20 gibi geldi. Ve asıl yolculuk Sivas’ta başladı. Tren öylesine yavaş gidiyordu ki üç saat sonra gün ışıdığında biz daha Divriği’ye varmamıştık. Etraf kıraç, çıplak ağaçlar kar örtüsünden yoksun, dağlar bu kış beyaz yorganını örtmemişti yurdumun bu ellerinde. Sadece başları üşümüş olsa gerek dorukları karlı dağlarımın…
       Her istasyonda her ilçede hatta birçok köyde dura dura ilerliyorduk. Anadolu toprağımın bereketini borçlu olduğu dereler çaylar bir sağımızdan bir solumuzdan bizleri selamlıyordu. Issız doğada bu manzaraları izlerken önümden görüntüler film şeridi gibi akıyor, bir güzellik diğerini kovalıyordu sanki. Ara ara dağların arasındaki küçük köylerden geçerken duman tüten bacalar Anadolu’mun her toprağının yaşanılası olduğunu anlatıyordu bizlere. Hangi yönden fotoğraf çekeceğimize karar verip yetişemedik.

    Erzincan’a gelmiştik hala kar yoktu. Yola devam ederken orayı gördüm. Ortasından Fırat’ın aktığı, oymalı tokmaklı ve oymalı kapılı iki katlı ahşap evleriyle tarihi dokusunu korumuş Kemaliye’yi yıllar önce ziyaret etmiştim.İki dağın arasındaki vadiye sıkışmış, ancak dağın içinden geçen bir tünelle sanki başka bir dünyaya açılırcasına başlayan yeşil ilçe Kemaliye. Tarihe de adını yazan Kemaliye’nin karşı tepedeki köyü Başbağlar’ın dağları dili olsa da konuşsa….Yola devam….   İliç ve Kemah’ın toprağı turuncu ağaçların dalları kızıl kızıldı; biz gelmeden önce kim boyadıysa doğayı! Yakışmıştı hani. Biz de bu resim tablosunu izleyerek devam ediyorduk yolumuza, tabi bu tabloyu sensörümüze kaydetmeden geçmek olmazdı. Bu sırada ara duraklardan binen belli ki oralı bir yolcu zurna çalmaya başladı trenin restoranında. Bu manzaranın tek eksiği müzikti o da oldu. Seyretmeye ve bu atmosferi anlatmaya kelimeler yetmezdi ve yetmedi de.
   Erzurum’a yaklaştığımızı anlamıştım toprak üşümüştü anlaşılan yavaş yavaş beyaz örtü doruklardan aşağıya inmeye başlamıştı. Erzurum’a uğrayıp da cağ kebabı yemeden olmazdı, trenin molası sadece on dakikaydı. Sipariş verdik meğer herkes bunu yapıyormuş! Vagon numaramızı söyledik. Cağ kebabı geldi. Yerler kar buz, tabi burası Erzurum; zar zor inip kebabımızı aldık ve karlı Erzurum’u seyrederken cağ kebabımızı ayranımızı ve Kadayıf dolmamızı yedik… Artık hava kararmıştı, dışarısı görünmüyordu. Bizler de  kah kendi aramızda kah diğer yolcularla sohbet ede ede yolculuğumuzu tamamladık.
  Ertesi sabah aynı trene Sarıkamış’a gitmek üzere binmiştik. Restoranttaki görevliler şaşırıp ‘siz dün akşam gelmemiş miydiniz’ dedi. Biz de Sarıkamış Şehitleri Anma törenleri için Sarıkamış’ta ineceğimizi söyledik. Kars Sarıkamış arası trenle yaklaşık elli dakika.
  Sarıkamış Şehitlerini Anma Törenleri’nde duygu hat safhada idi. Kar diz boyu, soğuk burnumuzu sızlatıyordu. Biz o kalın giysilerle dahi üşürken 1914 yılında yaşları 15 ile 20 arasında değişen bine yakın, her biri annelerinin ördüğü kazakla ya da ince çarıkla dağlarda gece gündüz soğukla bir de tipi ile mücadele ederken ölen gençleri hatırlamak insanın burnunu bir başka sızlatıyordu.Türkiyemzin her bölgesinden insanlar sivil toplum örgütleri ve okullar gelmişti.Ellerinde Türk bayrakları her biri şehitlerimizi konuşuyor havanın soğukluğunu düşünmüyordu. Soğuktan değil bu duygulu atmosferden sızlıyordu burunları. Dağdan aşağıya yedi km yürüdük. Düşmemek için kısa adımlar atarak ve her adımımızı kontrol ederek ve ellerimizdeki Türk Bayraklarını sallamayı unutmayarak…
   Sonrasında Sarıkamış Kayak Merkezine çıktık. Hava belirgin soğumuştu. Kardan dalları sarkmış çam ormanlarının üstünden telesiyejlerle doruğa kadar çıktık. Kar toz gibi ve güneş vurunca kristalize görünüyordu. Sarıkamış’ın kristal karı pek az yörede görülen ender bir kar. Tesislerde sıcak karlı ormana karşı sıcak salep iyi gitti. Akşam Kars’ta Hanımeli Restorantta yöresel yemekler eşliğinde aşıklar atışmasını dinledik eşlik ettik ve bizlere de dört yazmaları güzel anlardandı.
    Ertesi gün için Ani Harabeleri ve Çıldır Gölü’nü gezdirmek üzere taksi kiraladık. Ani Harabeleri tanrıça Anahit’in Kenti, 5.yüzyıla tarihlenen hikayesi günümüze ancak kalıntılar olarak gelebilmiştir. Üç yıl önce şubat ayında geldiğimde daha az kar vardı. Şimdi kar örtüsü altındaki tarihi şehir daha güzel fotoğraf verdi. Birbirimizi anıtların yanında model olarak kullanıp anıtların boyutları hakkında da fotoğraf kareleri bizlere bilgi vermiş oldu. Oradan Çıldır Gölü’ne hareket ettik. Göl kısmen donmuştu. Ortası o kadar ince katman olacak ki güneşte dayanamayıp ara ara çatlaklar oluşturuyordu gün ortasında. Belli ki gece yine donacaktı. Bu durumda ancak gölün donan kıyı bölgesinde yürünebilir ileriye gidilemezdi. Bir lokantanın önünde durduk. Gölde buz cam gibi parlıyordu. Önce korktuk sonra buza girip müzik açıp dans ettik. Göldeki yansımalarımızı fotoğrafladık. Kardan top yapıp buzda birbirimizle paslaştık, eğlendik, güldük, zıpladık, dans ettik. Gün batımına doğru merkeze dönerken karşıda kıpkırmızı bir gökyüzü beyaz karın rengini değiştirmiş, dağların beyaz örtüsü yer yer pembeye boyanmıştı. Buralarda çalan türkülerin bir başka olduğu söylenir, arabada çalan türküleri dinlerken buna ben de inandım…
   Akşamüzeri artık ışıkları yanan Kars’ı kaleden fotoğrafladık. Gece yürüyüşe çıktığımızda bir üniversite öğrencisiyle karşılaştık makine mühendisliğini yeni bitirmiş, adı Yıldırım Çoban. Kendisi Ağrılı’ymış. Bizi otantik bir yere götürdü, bir otağının içi gibiydi. Yerde kilim üzerinde siniler, ortada bir soba üzerinde kestane pişiriliyor. Közde pişmiş kahve içip kestane yedik. Yıldırım bize tarihi sokakları ve binaları gezdirdi. Doğuda her zaman Yıldırım gibi birileri mutlaka bekler sizi….
   Dönüş yolu yine trenle idi. Ama manzara daha özeldi. Doğunun sabah kırağısı tüm ağaç dallarına, yerlere, çiçeklere, çatılara, toprağa değmişti. Dalların her biri beyaza boyanmıştı; hiç üşenmeden bizim gidiş yolumuzda. Bir de güneş vurunca dallardaki ışıklar beyaz beyaz yanıyordu karşıdan. Arada tren de kıvrılıp göz kırpıyor o sırada bir tünele giriyordu.  Doyumsuz manzara karşısında kaç dakika öylece oturup seyrettim bilmiyorum. Erzurum’da izin alıp trenin lokomotifine geçtik Mukaddes ve ben. Doğu Ekspresi’nin lokomotifindeydik, rüyamda görsem inanmazdım. Her iki makinistle de sohbet ettik, manzarayı videoya çektik, bize çay ikram ettiler. Buradan adlarını anmak onlar adına problem olabileceğinden sadece teşekkür edebiliyorum. Erzincan yakınlarında kar yine gittikçe azalmıştı ve biz kendi odamıza döndük. Çok uykusuzdum fakat bu güzel manzaraları kaçırmamayı tercih ediyordu gözlerim. Ancak hava kararınca odamda biraz uyuyabilmişim ve bu doyumsuz seyahat maalesef bitti.
    Sivas’tan Samsun’a dönerken Türkiye’nin diğer tren hatlarınla da seyahat edip farklı güzelliklerimizi görmememiz gerektiğini düşündüm.
                                                            ESRA TÜRKDÖNMEZ







 






















7 Şubat 2016 Pazar

PRAG TEMMUZ 2013

                  PRAG (TEMMUZ 2013)

 
Prag'da köprülerin üzerinden gün batımı eşsiz görünür.
 Aylar öncesinden karar verdiğimiz gezimizin ilk durağı olan Prag’a İstanbul’dan yaklaşık 2,5 saatlik bir uçuşla vardık. Bizi turumuzun rehberi Emrah karşıladı. Prag’sa serin bir havada bize ‘’hoş geldin’’ dedi.
  Şehir turu sırasında ilk olarak gotik tarzda yapılmış Vitus Katedrali’ni gezdik. St. Vitus Katedrali Prag’daki en önemli ve en büyük kiliselerden biridir. Kireç taşından yapıldığı için sürekli kararır ve bu nedenle sık sık temizlenmek zorundadır. Biz de Vitus Katedrali’nin bir kısmının dış cephesinin temizlendiğine tanık olduk. Prag Kalesi içerisinde bulunan katedral, eski Prag Krallarının mezar yeri olarak da kullanılmaktadır.
   Old Town Meydanı’ndaki ünlü astronomik saatin her saat başında birkaç saniye çalıp üzerindeki kuklaların hareketlerinden çok onları izlemeye gelen kalabalığı seyretmek daha ilginçti. Old Town Meydanı Astronomik saati gotik tarzda yapılmış Tyn Church, St Nicholas Church kiliseleri görülmeye değer.Prag Orta Avrupa’da gotik mimaride ilk sırada yer alıyor. Gotik mimari dış süslemeleri belirgin uzun sivri oymalı tarz Rönesansla ortaya çıkmış daha çok dinsel temalarda kullanılmıştır.
Astronomik Saat önünde biz.
  Charles Bridge, Prag’da gezilecek yerler listemizde 3. sırada. 14. ve 15. yüzyıllarda inşa edilen şehirdeki en eski köprüde sağlı sollu heykelleri, ferforje lambaları, Arnavut kaldırımlı yolu ile Vltava Nehri üzerinde bir gerdanlık gibi duruyor. En güzeli köprünün ortasında durup nehir etrafına dizilmiş tarihiyle Prag’ı izlemekti. Prag’ın ortasından akan Vltava üzerinde yedi tane tarihi köprü var ve akşam güneşinde şehre hakim tepeden panoramik seyrettiğinizde şehir muhteşem görünüyor.
  Akşam Vltava Nehir turu yaptık. Gün ışığında gördüğümüz güzellikleri bir de akşam ışıklandırmalarıyla seyrettik. Her biri ayrı görülmeye değer.Charles köprüsü,Chedov köprüsü vs köprülerin altından geçerken muhteşem ışıklandırmalarıyla Prag akşamını izlerken yemek yedik ve içkilerimiz içtik.
1 Temmuz günü ekstra tur ile Karlovy Vary’ye girmek için erken kalktık. Ve Karlovy Vary... Bu şehir de adını Charles’tan yani Karl’dan alıyor; Karl’ın Banyosu. Nedenine gelince burası bir kaplıca şehri. Karl’ın bölgeyi görüp çok beğendikten sonra bir saray yaptırmasını takiben krala yakın diğer aristokrat ve üst düzey insanların da bölgeye yerleşmesi ve kaplıcaların dertlere şifa olması ile birlikte bölgenin popülaritesi artıyor. Sonra burası sağlık merkezi haline gelmiş. Atatürk de 30 Haziran 1918’de buraya gelmiş ve kaplıcalarda tedavi görmüş. Kaldığı otelde’’T.C. kurucusu burada kaldı’’ yazıyor.
Karlovy Vary
  Karlovy Vary ilk bakışta sıradan bir şehir görüntüsünde. Ne zaman ki tepelerden eski merkeze doğru inmeye başlıyorsunuz, o zaman neden ısrarla “Karlovy Vary’yi mutlaka görmelisin” denildiğini anlıyorsunuz. Zamanı ve mekanı unutarak bir sağa bir sola dönerek kendinizi akışa bırakıyorsunuz.
Ortasından Elba nehrinin Obre kolu geçen, vadi görüntülü eski dönem kasabalarını düşünün. Nehrin iki yakası sık sık hafif bombeli köprüler ile birbirine bağlanmış. Köprüler 10-15 adımda diğer yakayı bir diğerine bağlıyor. Her iki yakada karşılıklı,  3-4 katlı, rengarenk 15.yüzyıldan kalma Victoria Evleri olarak adlandırılan binalar. Hepsi birbirinden güzel. Binalar kağıttan-kartondan yapılmış, setlerdeki dekor evlere benziyor aslında. İnsanın hayal gücü kendi kendine işlemeye başlıyor. Bu evlerin bir kısmı vaktiyle önemli kişilerin (Mozart, Rus Çarı Petro, Djorak gibi...) evleri olmuş, ancak bazıları da şu an otel, mağaza, cafe, restoran olarak görev görüyor. 19.yy’da atlattıkları büyük bir yangın sonrasında kür banyosu vergisi ile şehri restore etmişler.
  Karlovy Vary’nin kaplıcasından başka Jean Becherovka adlı bir vatandaşın ürettiği Becherovka denilen bir içkisi meşhur. Hesapta, kaplıca sularının tuzlu, tuhaf tadını unutturmak için yapmış bu içkiyi; tarçınlı bir likörmüş bu. Ancak bu, beyaz şarap renginde sert, alkollü bir içki.  Rehberden öğrendiğimize göre yerel halk mutlaka evinde ağrıya sızıya karşı bu içkiden bulundururmuş.
  Bohemia kristali, porseleni ve granad adlı taşı da ünlü. Kaplıca sularını içtikleri yassı bir porselen ibrikleri var. Soğuk havalarda elleri de ısınsın diye bu tip bir ibrik imal etmişler vaktiyle. Turistler de şehirdeki herhangi 12 kaplıca çeşmesinden bu porselen ibrikler ile sıcak ve tuzlu sudan içiyor ve geleneğe icabet ediyorlar. Biz de porselen ibriklerden alıp kaplıca sularından içtik. Eski Karlovy Vary'nin içine doğru ilerledik ve Vridelni Kolonada adlı bir cam yapı içerisinde kaplıca suyunun kendi gücü ile metrelerce yukarı fışkırdığını gördük.
Old Town Meydanı'nda her an müzisyenlerle
 karşılaşabilirsiniz.
 Bir de kağıt inceliğinde kağıt helvaları da meşhur. Ondan da yedik; bizimkinden tek farkı kalınlığı; daha doğru ifade ile inceliği... Nehir kenarında oturup limonatalarımız yudumlarken şehrin ruhunu hissetmeye çalıştık. Gün sonunda buradan ayrılmak zor oldu. Herkes burayı çok sevdi...
  Akşam ekstra ortaçağ gecesine katıldık. Tarihi bir binanın birkaç kat altına indik. Ortam çağa uygun dekore edilmiş.Tahta masalar,duvarlardan sarkan lambalar çapullar ipler, garsonların kıyafetleri masalardaki kaplar,müzikler ve müzisyenler,danslar ve bizim ortaçağ kıvamında sohbetlerimiz neşemize neşe kattı…
  2 Temmuz günü ekstraya katılmadık. Yaklaşık yirmi kişi Nazi kamplarının bulunduğu Terezin şehrine otobüsle gittik. Ürkütücü sessizlikte terkedilmiş bir şehir izlenimi veren Terezi’nin ruhuna işlemiş sanki bu soykırım. Nazi kamplarında mezarlar, Yahudilerin yaşadıkları odalarda ranzalar masalar tuvaletler, gaz odaları ve kurumak üzere asılmış Yahudilerin çamaşırları…Bizleri o dönemlere götürmesi bile çok üzücüydü…
  Saat 13 gibi Prag’a döndük. Mukaddes’le ikimiz gruptan ayrılıp Prag’ı gezmeye karar verdik. Arkadaşlar Kemikli Kiliseyi gezmek için Kutna Hora’ya gittiler.
 Tren’den inince kırmız hat metroya bindik ve Muzeum’da inerek şehrin içinden Old Town Meydanı’da yaklaşık onbeş dakika yürüdük.


Meydan’da güzel bir restorantta yemek yedik bir o kadar da meydan parası ödedik fakat ambiyans güzeldi tavsiye ederim. Karşımızda astronomik saat ve etrafına toplanan turistleri izlemek ,gotik kiliseler, meydan çalgıcıları yemeğin lezzetini artırdı…
  Astronomik Saatin kulesine 100 CZK ödeyerek çıktık.(100 CZK=4 EURO) Kuleden Old Town Meydanı’nın panoramik fotoğrafını çekerken Prag’ın ilginç çatılarını da izlemeye doyamadık.
  Elimizdeki haritayı takip ederek tarihi dar sokaklardan Charles Köprüsü’ne yürüdük. Vltava nehri boyunca yürüdük ve fotoğraf çektik, Nazım Hikmet’in nehrin kıyısında oturup içkisini içtiği ve şiirlerini yazıp sevgilisini beklediği cafede oturup biz de bir şeyler içip o anları yaşamaya çalıştık.
Astronomik Saatten Old Town Meydanı'nın görüntüsü
  Eyfel’in küçük bir kopyası olan Petrinisca Rozhledna Kulesi’ne çıkmak için nehrin üzerinden karşıya geçip elevator trenle  yukarı çıktık. Petrinit kulesine 150 CZK vererek asansörle çıktık. Yürüyerek çıkılabiliyor fakat biz çok yorulmuştuk asansörü tercih ettik. Kulenin tepesinden Prag avucumuzun içindeymiş gibi görünüyordu. Elimizdeki haritayı yukarıdan izliyorduk sanki. İşte Charles Köprüsü  Vltava’nın üzerinde bir inci gibi duruyor, Chehov Köprüsü ve diğerleri şehrin iki yakasını bağlıyor, solda Vitus Katedrali ileride biraz önce oturduğumuz cafe ve uzakta Astronomik saat işte bir uçtan bir uca Prag…
 Petrinit Kulesi’nden şehre ıhlamur kokulu ormanların içinden yürüyerek patika yollardan indik. Şehrin her yerini ıhlamur ağaçları ve ıhlamur kokuları sarmış. Bu şehrin ağacı ıhlamur sanırım. Aşağıya indiğimizde öncelikle yönümüzü bulmak için ırmağı bulmamız gerekti. Irmak kenarına ulaştığımızda güneş biraz eğilmiş ve köprüleri ve tarihi binaları soft bir ışıkla aydınlatıyordu.
 Chedov Köprüne kadar yürüyüp akşam güneşinde şehri köprüleriyle karşı cepheden çekmek için tepeye tırmandık o sıcakta o dik yokuşta ter alnımızdan aktı. Akşam ışığında Vltava üzerindeki köprü silsilesi fotoğraf karelerimizde yerlerini aldılar.Prag’daki son güneşimizi güzel bir manzarayla batırırken Hanovsky Pavilon Restoran’ta akşam yemeğimizi yedik. Son bozuk korintlerimizi metroya binmek için ayırdık ve paramızı birleştirip son kuruşuna kadar harcadık.
  Metro hatlarını  ve otobüsü kullanarak gece onbirde otele vardık. Önce en alttaki yeşil hatta binmek için çok dik bir yürüyen merdivenden en az 150 basamak indik, inerken aşağıya bakmak güçtü doğrusu. Yeşil hat aynı zamanda Vltava nehrinin de altından geçiyor. Merkez Museum’da inip kırmızı metro hattına bindik ve oradan 115 nolu otobüsle otele vardığımızda ayak tabanlarımız ağrıyordu.
  Şehir üç farklı metro ağıyla örülü. En altta yeşil hat üstünde kırmız hat ve en üstte sarı hat. Bunlar şehrin belli noktalarında üst üste çakışıyor.Metrolar sayesinde şehri bir uçtan bir uca 20 dakikada giderken Samsun’daki raylı sistemin aslında ne kadar ilkel kaldığını düşündüm.
 Prag’dan ertesi sabah ayrılırken tarihi dokusunu ne kadar da güzel korumuş bir şehir olduğunu hayıflanarak kendi değerlerimize önem vermediğimizi -gezdiğimiz her Orta Avrupa ülkesinde olduğu gibi-düşünerek ve biraz da buruk ayrıldım.
                                                                                                            ESRA TÜRKDÖNMEZ
                                                         

 

29 Kasım 2015 Pazar

SAMSUN

                                           SAMSUNUMUZ

    Samsun doğduğum, yaşadığım şehir memleketim. Samsunla ilgili fotoğraflarla sizlere Güzel Samsunumuzu da tanıtmak istedim...
Samsun sahil boyunca uzayan bir şehir.İzmir'in kordon boyuna benzetirim sahilimizi. Cafeleri barları restorantları eğlence mekanları ile çok güzel ve eşsizdir. Ana yoldan ayrı oluşu sahile sakinlik katar ve her saat yürüyüş yapıp huzur bulacağınız sahil yolunda palmiye ağaçları altında bisiklet kullanabilirsiniz.
Kurupelit sahilinde gün batımı
Atakum sahil yolunda sabah ve akşam saatlerinde balık tutanlarla karşılaşabilirsiniz.
Sahilde sabah gün doğumunu izleyebilirsiniz
Atakum sahili gün doğumu
Sahilde ondokuz mayıs etkinlikleri kapsamında gelirseniz offshore yarışmalarını izleyebilirsiniz.


Evimin balkonunda Türkiye'nin en uzun şehir içi sahili olan Atakum sahilinin muhteşem görüntüsü.
Burası güneyde bir sahil kentimiz değil. Burası Samsun'un sahil şeridi.


Samsun limanından kalkan gezi gemisiyle uzun sahil şeridini bir de karşıdan seyredebilirsiniz.

 KIZILIRMAK KUŞ CENNETİ
Yılda yaklaşık 450 kuş türünün uğrak ve üreme bölgesi olma nedeniyle çok önemli bir milli park olan Kızılırmak Kuş Cenneti'ne gidebilir ve orada kuşları seyredip fotoğraflayabilirsiniz.


Yıl içinde birçok okul deltaya gezi düzenleyip uygulamalı ders görmekte ve gezerek yaşayarak öğrenmekte.Hatta yurt dışından gelen öğrenci ve öğretmen grupları bu bölgeyi gezip ekolojik önemine hayret etmekteler.
Deltada birçok fotoğrafçıyla karşılaşmak mümkün.
Bahri kuşu beslenirken kaç kere görebildiniz.Deltada bu görüntüleri görmek çok kolay.
Bahri kuşu
Bahar aylarında suyun yükselmesiyle oluşan su basar ormanları yine Kızılırmak Deltasında

Kızılırmak Deltasında bir çok göl oluşumu bulunmakta. Bahar aylarında göllerde oluşan su papatyaları arasında bölgede yaşayan inekler ve kuşlar güzel görüntüler oluşturmakta. Doğal yaşamı özlediğimiz çağımızda Samsun'a yarım saat uzaklıkta bu görüntüler....
Kızılırmak Kuş cenneti Yörükler Köyü



Kızılırmak Kuş cennetinde gün batımını seyredebilirsiniz.

Kuş cennetinde çalışan sazlıkcıları fotoğraflayabilirsiniz.

Samsun Sivas arasında giden trene binip dağların arasından muhteşem bir doğanın içinde her mevsim yolculuk yapabilirsiniz.

Dağ sporu yapmak istediğinizde gideceğinz yerlerden biri de Nebiyan Dağı ve ormanları.

JOHANNESBURG ŞUBAT 2015

                          

                                                JOHANNESBURG

   Güney Afrika Cumhuriyeti’nin en büyük kenti olan Johannesburg’a Cape Town’dan yaklaşık iki saatlik uçuştan sonra ulaştık. Günlük konuşma dilinde Joburg veya Jozi olarak da adlandırılan şehre bir bakalım.
    Johannesburg halkının çoğunluğu siyahlardan oluşuyor ve siyahların büyük bir kısmı Soweto ile çevresindeki diğer gecekondu mahallelerinde yaşıyor. Soweto Bölgesi sacdan yapılmış baraka evlerden oluşuyor ve beyazlar için hiç güvenli değil. İnsanlar burada sefalet içinde yaşarken yanı başındaki altın ve platin ocaklarının olması ne kadar da manidar.Evet özellikle Johannesburg çevresi dünyanın en zengin altın ve platin rezervlerini bulundurmakta. Taşı toprağı altın terimi en çok bu bölgeye yakışır herhalde. Dünya platininin %70i burada çıkıyor. Platin ayrıştıktan sonra geri kalan gri taş yığınları yolun bir kenarında baraka evler diğer kenarında yol boyunca devam ederken kapitalizmin acı sonuçlarının dünya üzerinde bu kadar net gözlemlenebilen yegane yer olduğunu düşünmemek elde değil maalesef.Tabi dünyanın her yerinde yaptıkları gibi İngilizler nerede önemli rezervler varsa orayı sömürme politikalarıyla buradalar.Siyahlar ise kendi altın yatakları içinde yoksulluğun zirvesindeyken onlar bu altınları sömürenler olarak zenginliğin zirvesindeler ne yazık ki!
   Güney Afrika Cumhuriyeti dünyada AIDS oranı 4. sırada olan ülke, gençlerde bu oran %16 civarında, alyuvarları hilal şeklinde olan zencilerde HIV+ de olsa AIDS görülmüyor. AIDS maymun ve aslanlarda da var. Ülkede HIV+ olanlar altı milyon kişiye yakın.
    Johannesburg Güney Afrika’nın ve hatta tüm Afrika kıtasının ekonomik merkezi. Gelir dağılımı eşitsizliği nedeniyle ultra lüks evlerin bulunduğu bölgeler ile Soweto bölgesi gibi baraka evlerin bir arada olması sonucu dünyada suç oranının en yüksek olduğu şehirlerden biri. Şehirde beyaz insanları yürürken göremezsiniz. Beyazlar araçlarda siyahlar yaya olarak göze çarpıyor. Toplu taşıma araçları çok az ve sadece siyahlar kullanıyor bu nedenle çok sayıda araç yollarda,trafik yoğun fakat akıcı. Benzin fiyatları Türkiye’nin yarısı kadar. Lüks evlerin bulunduğu bölgeler şehrin gerçeğinden çok uzak bir köşede elektrikli tellerle korunan bahçeli villalarının ve geniş sokakların içinde yoksulluktan bihaber yaşıyorlar. Sokaklarında yürümenin çok tehlikeli olduğu şehre yukarıdan bakınca yeşil bir ağaç örtüsü arasına serpiştirilmiş evleri görebildiğiniz Johahannesburg dünyanın en büyük kent ormanına sahip.
    Beyaz nüfus yarım milyondan biraz fazla. Üç yüz bin civarında çoğu melez ve Asyalı olmak üzere diğer ırklardan insanlar da kentin renklerinden. İngilizce ortak dil ama diğer birçok yerli ve göçmen dilleri ayrıca Apartheit rejiminin dayattığı sömürge Hollandacası olan Afrikanca dili de konuşuluyor.

  1948 yılında resmen başlayan Apartheit rejiminden sonra siyahları bölmek için aileleri koparmışlar ve aile bağları çok zayıf.Beyazların siyahlardan üstün olduğunu belirten Apartheit rejiminde öyle ki bu iki ırk aynı banklarda oturamaz, aynı okullara gidemez, aynı toplu taşıma aracını kullanamaz, evlenemez, aynı sağlık kuruluşuna gidemez ya da farklı kapılardan geçer gibi ayrımcı bir politika izlenmekte.Mandela Apartheit rejimiyle mücadele edince 1963’de hapse girer,27 yıllık esaretten sonra 1990’te hapisten çıkar ve 1994’teki seçimlerden sonra devlet başkanı seçilir, bu ırkçı rejim resmen kaldırılır.Şu an durum tersine dönmüş ülkede pozitif ayrımcılık söz konusu.Fabrikalarda artık yüksek oranda siyah az oranda beyaz çalıştırma zorunluluğu var.Üniversitelerde %80 oranında siyah, %20 oranında beyaz kontenjanı var.Böylelikle aynı bölüme beyazlar çok yüksek, siyahlar çok düşük puanla giriyor. Bu durumda birçok beyaz işsiz ve ülkeyi terk ediyor. Beyaz nüfusu %16’dan %8,5’e düşmüş.Yirmi yıl önce siyahların girip oturamadığı parklarda şimdi ise tek tük beyaz görebilirsiniz. Siyahlarda geleneksel bir kin oluşmuş.’’Zamanında biz ezildik, şimdi bazı ayrıcalıklar beklemek bizim hakkımız.’’ olarak bakıyorlar.Sessiz direniş içindeler, elektrik faturalarını ödemiyor, işçiler her yıl %25 zam istiyor ve lüks evleri soymayı hak görüyorlar.Bu nedenle lüks evler elektrikli tellerle korunuyor.
   Afrika kıtasının en büyük şehirlerinden 3,3 milyon nüfuslu Johannesburg aynı nüfusa sahip çoğu kentten daha geniş bir alana yayıldığı için nüfus yoğunluğu düşük. Siteler şehrin kenarında ve büyük yeşil alanları var.Rehberimiz sitesinde sabah uyandığında çakallar sincaplar gördüğünü ve farklı kuş türlerinin seslerini dinlediğini anlattı ki şehirde yaklaşık 350 kuş türü varmış.Sitelerin içinde golf sahaları var ve şehrin yeşil alanları çok fazla, hem doğa ile iç içe hem de metropol içinde yaşamak Johannesburg’a özgü olsa gerek.
   ASLAN PARKI: Şehre sadece onbeş dakika uzaklıktaki park 1960 yılında kurulmuş ve buradaki beyaz aslanlar koruma altına alınmışlar. Kapalı bir gen havuzu sonucu gen çeşitliliğinde azalma olmaması ve akraba evliliği sonucu oluşabilecek genetik bozuklukları önlemek için farklı yerlerden aslan transferleri yapılıyormuş. Bu parkta sadece aslanlar yoktu, devekuşu, zebra, antilop,çita, sırtlan, zürafa gördük, zürafalara yem verdik, yavru aslanları sevdik, onları fotoğrafladık ve onlarla fotoğraf çektirdik.
  Akşam safarinin ortasına kurulmuş yapay şehir Suncity’e gelmiştik.Güney Afrika yakın tarihi ve coğrafi konumu ile önemli bir turizm noktası. Yalnız safariye çıkana kadar gerçekten Afrika’da olduğuma inanamamıştım. Gerçek Afrika safaride gösterdi kendini. Suncity ve safariye yolculuk bir sonraki yazımda…                                                ESRA TÜRKDÖNMEZ

Vahşi doğanın ortasında gece Afrika müziğiyle eğlenirken



Safariye çıkarken
Zebralar kaçarken
                                                                                                                    
İMPALALAR