Bu geziyi bir
yıldır büyük bir hevesle istekle bekleyen, hayal eden yirmi doğasever arkadaş
24 Haziran Salı akşamı Samsun otogarında buluşup yola çıktık. Sabah 4 sularında
alacakaranlıkta Rize’nin Pazar İlçesi’nde bizi, önceden de tanıdığımız
kaptanımız Hamit ve arkadaşı Yunus karşıladılar.İki minibüs dört gece beş gün
sürecek olan serüvene başlamak için Fırtına Vadisi’ne doğru yola çıktık.
Sabah altı sıralarında Pokut Yaylası’na
vardığımızda sis ve çiseden göz gözü görmüyordu.Özgür Kadın Firdevs’in!
işlettiği Demircioğlu Pansiyon’a valizlerimizi o yağmurda ıslanmış otlar
arasından taşımak hem zor hem de keyifli idi. Kahvaltıdan önce Pokut’u karşıdan
seyreden tepeye tırmandık ama sisten ne Pokut görünebiliyordu ne de yanımdaki
arkadaşlar.Sis ara ara Pokut’un evlerini görmemize izin verse de karşı dağları
göstermiyordu bizlere. Biraz sis biraz makro fotoğraflar çekip makinemizi ve
fotoğraf aşkımız besledikten sonra sıra kendimize gelmişti. Karadeniz’in sert
ve haşin iklimini karakterinde görebildiğimiz Özgür Kadın Firdevs’in
hazırladığı kuymak ve zengin kahvaltı hoş sohbetle geçti.
Güne erken başlayınca zaman geçmiyor, dışarıda
hızını artıran yağmur, bize de sedirlerde oturup gitar eşliğinde yanan sobanın
sıcaklığında şarkı söylemekten başka seçenek bırakmıyordu. Biz şarkılar
söylerken çatının saclarına vuran yağmur sesi bize eşlik ediyordu.
Saat ilerliyor fakat yağmur durmuyordu, biz de
yağmurluklarımızı tozluklarımızı giydik fotoğraf makinemizi aldık hızını biraz
azaltarak bize eşlik eden yağmurda orman içinden Sal Yaylası’na doğru yürümeye
başladık. Sal Yaylası’na vardığımızda yağmur hızını azaltmış fakat sis aynı
kararlılığıyla devam ediyordu.Ufuk Bey ve ben birkaç su damlasında görüntü
yakalamakla uğraşırken siste arkadaşları kaybettik. Sonra Mukaddes, ben, Murat
D. ve Ufuk Bey köknar ormanının içinden sisin oluşturduğu gizemli görüntülerle
kuş seslerinin eşlik ettiği bir rüyanın içindeydik ki tüm rüyalar gibi kısa
sürdü, gözlerimizi açtık ve Pokut’a varmıştık. Akşam yemek, müzik ve fotoğraf
dersi ile dolu dolu geçti.
Sabah dünün tersine Pokut bize güneşli
yüzünü gösterdi. Sabah 4.30’da açık bir gökyüzüne uyandık, hemen üzerimizi
giyip makinelerimizi alıp yaylaya hakim tepeye tırmandık, akşamki yağmurun
bıraktığı çiğ yeşilin üzerinde eğik ışıkta parlıyor bize fotoğraf için göz
kırpıyordu. Otlardan geçerken paçalarımız hatta pantolonlarımız çiğden
ıslanırken biz de tepeye ulaşmıştık. Güneş yavaş yavaş önce dağlara ulaştı,
dağın eteklerinde bulutlar arasından süzülerek evleri tek tek geçti, muhteşem
bir görüntü silsilesini gören gözlerim, hisseden ruhum ‘’neden buradayım’’
sorusuna verilecek yanıtlardan sadece bir tanesiydi…
Biraz
da detay görmek gerekiyordu. Küçük dünyalara saklanmış kendi küçük sakladığı
umutlar, sevgiler, görüntüler büyük damlalar…Ferşatla Dilek’in aşkını, bir
çiçeğin o muhteşem sarısını kırmızını, Neşe’nin gülümsemesini J , arkada güneş ışığından kristalize
olmuş birçok damlanın parlamasını, belki bizim bakıp da göremediğimiz, görüp de
söyleyemediğimiz birçok güzel şeyi içinde barındıran o küçük damlalar...Makrolar…
Kahvaltıdan sonra Pokut’tan ayrılık vakti
gelmişti.Zik zak yollardan köknar ormanları arasından Fırtına Vadisi’ne indik.
Selçuk’un yeri Fırtına Pansiyon’a uğradık.Şenyuva Köyü’ne yürüdük,Sevdaluk
dizisinin afişleri hala köyün girişinde duruyordu, muhtarın evine selam verdik,
oradan tarihi Şenyuva Köprüsü üzerinde birkaç fotoğraf çektik. Taş köprü
üzerinde sıralanıp grup fotoğrafı almayı da unutmadık.Oradan Fırtına Deresi
kenarına kurulmuş köy kahvesine oturup akan derenin sesi eşliğinde
kahvelerimizi içip sohbet ettik biraz dinlendik, biraz fal bakıp güldük…
Gito Yaylası’na gitmek için yine zikzak
yollar çam ormanlarını aştık, rakım yükseldikçe bitki örtüsü değişiyor,
ormanlar azalıyor, yerini yeşil otlar arasında sarılı morlu pembeli dağ
çiçeklerine bırakıyorlardı. Koçira Pansiyon’a vardığımızda Serhan ve
arkadaşları bizi her zamanki misafirperverlikleriyle karşıladılar.Koçira’nın o
özlediğimiz balkonunda keyif yapmak, karşıdaki karlı dağları Fırtına Vadisi’ni
akşamın soft ışığında çayımızı yudumlayarak kuş misali seyretmek dört yıldır
beklediğimiz anlardan biriydi. Hemen makinelerimizi alıp sırayla bu güzel
manzarada fotoğraf çektirmeyi de unutmadık. Aldığımız kumanyalarla balkonda bir
şeyler yedik.
Gito’da oturmak olmazdı, yürüyüş için
Gito’nun yukarılarına tırmanmaya başladık. Biz Z yollardan tırmanırken pembeli
beyazlı komarlar, sarılı düğün çiçekleri, turuncu gelincikler, Pembeli morlu
çuha çiçekleri(primulalar), papatyalar bize eşlik ediyor her bir virajda
aşağıdaki vadinin, zirveleri karlı, etekleri köknar ormanı dağların görüntüsü
değişiyordu. Yaklaşık 2500m rakıma iki buçuk saatlik bir yürüyüşle ulaştık.
Toprağa halı gibi serilmiş sık otların bulunduğu bir düzlüğe çıkıp
ayakkabılarımızı çıkarıp ayağımızı toprağa değdirip uzandık. Gözlerimi kapatıp
uzandığım o beş dakika rüya ile gerçeğin, doğru ile yanlışın, aklımla kalbimin,
cismimle ruhumun birbirine karıştığı o an, yelkovanla akrebe kızdığım ender
anlardan biriydi… Akşam oluyor güneş iyice eğilmiş,dağ silsilelerinin arasından
batıyor, batarken de kızıllığını geride bırakıyordu.
Bizi unutulmaz bir Koçira akşamı bekliyordu. Yemekten
sonra Koçira’nın otantik döşenmiş odasında günün yorgunluğunu atmak için çaylarımızı
aldık ve sedirlere uzandık. Biraz sonra Murat Danacı gitarını aldı, bir şeyler
çalıp söylerken arkadan Serhan sesiyle,diğer arkadaş bağlamasıyla Abdullah Hoca
oradan aldığı tef ile katıldı, biz de sesimizle eşlik ettik, gece yeni
başlıyordu. Yöresel türkülerden Karmate’ye, Kazım Koyuncu’ya, Zülfü
Livaneli’den Cem Karaca’ya hepsini andık. Gece o kadar güzeldi ki ruhumun ve bedenimin
tüm hücrelerinde hissederken bunu dile getirecek sözcüklerin çaresizliğinin ne
kadar acı olduğunu düşünmek ne kadar da tezat iki duyguydu… Kah şarkılar
söylüyor kah bu anları kameraya kaydediyorduk. Gece ilerlemişti biraz da
balkonda müziğe devam ettik. Hava serin gökyüzü açık binlerce yıldız ve
samanyolu kum gibi dizilmiş sanki bizi dinliyorlar, gecemize eşsiz görüntüleriyle
renk ve ışık katıyorlardı…
Sabah beşte uyandım. Burada kaçta yatarsak
yatalım erken kalkılıyor. Sayılı ve eşsiz günlerimizi dakikalarımızı uykuda
geçirmek bu anlardan çalınmış zamanlar düşüncesi olsa gerek erkenden uyanıp
günlerimizi dolu dolu geçirdik… Gito’dan yukarı tepeye serin sabah havasında
tek başıma yürüdüm. Yaylayı yukarıdan seyrettim ve derin nefes alıp tüm
hücrelerimde hissederek burada olduğuma inanmak istedim…
Pansiyona geldiğimde bazı arkadaşlar yeni
uyanmışlardı. Ben, Ufuk , Murat , Dilek, Selma birlikte yaylanın diğer tepesine yürüdük.
Güneş yeni doğuyor, dağların zirvelerinden, bulutların arasından geçerken
oluşturdukları ışık huzmelerinin eşsiz görüntüsü etrafta birçok çiçek ve
alabildiğine yeşilin tonları; işte her şeyi geride bırakıp hayatı
sıfırlayabildiğimiz kısacık anlardan biri. Bu güzelliğe yaylanın köpekleri de
eşlik ettiler. Bu anı fotoğraf karelerimize kaydetmeden olmazdı. Birbirimize
poz verip ters ışıkta güzel fotoğraflar yakaladık.
Kahvaltıdan sonra Ambarlı Yaylası’na
minibüslerle çıktık. Oradan Balıklı Göllere gitmek için iki grup oluşturduk.
Bir grup en yukarıdaki üçüncü göle Balıklı Göl’e kadar çıkacak, diğer grup
birinci gölde kalacak. İlk gölün yolu çok dik ve yorucuydu fakat manzara bu
yorgunluğu unutturuyordu. Biz tırmandıkça açısı değişen zirveleri karlı Kaçkar
Dağları, bir tarafta kar sularının erimesiyle oluşmuş küçük çayların şiirimsi
sesi, turuncu gelincikler, pembeli çuha çiçekleri, sarılı düğün çiçekleri daha
birçok endemik çiçekler, ara ara inen sisin oluşturduğu eşsiz manzara, kayalık
dik yamaçtan tırmanırken yorgunluğumuzu unutturdu ki nefesimiz kesilse de şarkı
mırıldanmaktan kendimizi alamıyorduk, sırtımızdaki ağır fotoğraf çantalarına
rağmen…Bir de susadıkça kenarlardaki kar birikintilerini eşip haziranın bu son
günlerinde temiz kardan yemek ve şişelerimize doldurmanın tadı da bir başkaydı.
Birinci göle ulaştığımızda Abdullah Hoca, Ufuk Bey ve Nurşen Hanım bir kısmı
hala buz olan göle çığlıklar içinde girdiler. Bizler ancak göldeki yansımaları
izlemek ve fotoğraflamakla yetindik. Bir grup birinci gölde kalırken bizler
diğer göllere tırmandık, ikinci gölün yansımaları çok güzeldi, yanda donmuş
küçük bir göl ve en son 3000m yükseklikteki Balıklı Göl. 2400m rakımdan
3000m’ye molalarla yaklaşık üç saatte çıkmıştık. Biz yükseldikçe sis arkamızdan
geliyordu. Acıkmıştık, göl kenarında kumanyalarımızı çıkardık, kurabiyeler
çikolatalar ve fotoğraf karelerinde yerini alarak sansasyon yaratan
salatalıklar azığımızdı. Sis artmadan dönüş yoluna geçmeliydik. Yaklaşık iki
saatte Ambarlı Yaylası’na indik.9.1 km’yi toplam beş saatte çıkıp inmiştik.
Çat Vadisi’ne indik ve Fırtına Deresi
kenarında daha önce birçok kez konakladığımız Toşi Pansiyon’a geldiğimizde
ancak yorulduğumuzu anlamıştık. Akşam yemeği arkasından yanan ateşin yanında
sohbetler ve Fırtına’nın hırçın sularının çıkardığı ses unutulmazdı.
Bu sabah unutulmaz bir gün daha başladı.
Kaptanımız Hamit daha önce hiçbir grubu götürmediği bir Hemşin Yaylası olan
kendi yaylası Cahpeyk Yaylası’na çıkardı bizleri. Çermeşk Vadisi’nden geçerken
karşı sarp ve karlı dağların görüntüsü yeşilin üzerine kalemle çizilmiş
gibiydi. Biraz da araya vadide dağların birbirini kesen eteklerini ekleyelim
yayla evlerinin güneşte parlayan gri çatılarını unutmayalım, dağların rengarenk
çiçeklerini serpiştirelim, mavi gökyüzüne beyaz pamuktan bulut olmadan olmaz,
bir de dağların unutulmazı sisi de eklersek tablo tamamlanmış olur, ya kaleme
alınamayan duyguları nasıl çizelim tuvale!!!
3000m’den yüksekteki Cahpeyk Yaylası’na vardığımızda
taş duvarların bir kısmı yıkılmış, terkedilmiş yayla evlerini gördük. Sisin
dahi ulaşamadığı yaylalara insanlar da zamanla ulaşmaktan vazgeçmişler sanırım.
Fakat etrafta bu zor hava koşullarında yaşamak için direnen çuha çiçekleri
vardı. Yaylaya kısa süre de olsa yaşam getirmiştik, evlerin duvarların çıkıp
horon oynadık, fotoğraf çektik, çektirdik. Mukaddes bir evin duvarına çıkmış bu
muhteşem manzarada kendinden geçmiş yoga yaparken ben de onu fotoğraflıyordum
ki arkadan bir çığlık koptu. Döndüğümde Hatice duvarın birinde kayan taşlardan
düştü ve bileğini kırdı. Biraz moralimiz bozulsa da arkadaşımızın iyi olması
bize teselli oldu. Yayladan inerken biraz aşağıda sis bizi bekliyordu, siste
çuha çiçekleriyle güzel fotoğraflar çektik. İndikçe bitki örtüsü değişiyor,
çiçek çeşidi ve sayısı artıyor, aracımızda herkesin numara söyleyerek seçtiği
şarkılar çalıyor, (Gülay’dan ‘’Cesaretin Var mı Aşka’’,Karmate’den ‘’Nayino’’,arkasından sanat müziğinden ‘’Gözlerini gözlerimden ayırma
hiç’’)biz müziğe eşlik ederek bu muhteşem doğa şölenin seyredip kıvrılan
yollardan aşağıya iniyorduk. Allahım! bu nasıl bir mutluluktu. Şu an bu yazıyı
yazarken dahi o anları yaşıyor ve adrenalinimin yükseldiğini hissediyorum.
Akşam Toşi Pansiyon’a geldik, son
gecemizdi, yemekten sonra tulum eşliğinde horonlar oynadık, şarkılar söyledik,
ateşin başında oturduk.
Son gün yağmur çiseliyordu. Biz de dere
kıyısında biraz damla biraz çiçek böcek çektik.Dere boyunca yürüdük. Öğle
saatlerinde Toşi Pansiyon’a veda ettik, toplu hatıra fotoğrafı çektirip
ayrıldık ve dönüş yoluna geçtik. Hamit bizi kendi köyü olan Pazar’ın Hacapit
Köyü’ne(Subaşı Köyü) götürdü. Çay toplayan köylülerle selamlaştık, yıllar sonra
çay tarlalarında fotoğraf çektirdim. Hamit’in oğlu Doruk babasının gönlünün
olduğu doruklardan almış ismini çok sevimliydi. Ailesi bize çay ikram ettiler.
Son akşam yemeğini Pazar’da Balık Evi Restorant’ta yedik. Yöresel balık
çorbası, mezgit kızartma ve özellikle laz böreği çok lezzetliydi. Pazar
terminalinde otobüsümüzü beklerken son horonumuzu da oynayıp Hamit ve Yunus
kaptanlarımızla vedalaştık.
Bir Karadeniz gezisi daha bir sonrakinin ne
zaman olacağını düşünüp şimdiden gün saymakla son buldu. Her güzel şey gibi
erken bitmişti ya da bize mi öyle geliyordu. Herkesin yüzünde mutlu ve
dinlenmiş olmanın verdiği dinginlik ve huzurun yanında ayrılığın burukluğu da
okunuyordu.
Her dakikası ayrı güzel anılarla dolu bu
gezimizde SAMFAD ailesi olarak mutluyduk. Bizimle birlikte olan tüm arkadaşlara
teşekkürler….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder